Feyza Hepçilingirler: Ayvalık’ı ‘rakı-balık’a indirgemek hakaret

Özgür Duygu Durgun

Yazar Feyza Hepçilingirler, Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi’ne dair kaleme aldığı son romanı ‘Zesto Psomi’ (Sıcak Ekmek) ile Yunanistan’dan Türkiye’ye gelenlerin hikayesini kaleme aldı. Hepçilingirler’in kendi aile öyküsünden de izler taşıyan roman, kuşaklar boyu vatan diye bildikleri topraklardan bir gecede kovulan insanları anlatıyor.

Yazdığı öykü ve romanlarla aralarında Sedat Simavi Edebiyat Ödülü, Sait Faik Hikâye Armağanı, Yunus Nadi Ödülü de olmak üzere birçok ödüle değer bulunan Feyza Hepçilingirler, bu romanı yıllardır mübadele üzerine topladığı bilgi ve belgeleri değerlendirmek amacı kadar bir aile borcunu ödemek isteğiyle de yazdığını söyledi. Hepçilingirler, roman için Girit’te yaptığı araştırmalarla mübadele öncesi Ege adalarında yaşayan Müslüman toplumunun canlı bir portresini sunuyor okura.

Hepçilingirler ile ‘Zesto Psomi’yi konuştuk.

Yeni romanınızın yıllara yayılan bir yazım süreci var, hatta bu süreçte Ayvalıklı yazar ve çevirmen Ahmet Yorulmaz’ın da etkisi söz konusu. Romanın yazılış öyküsünü anlatır mısınız?

Ahmet Yorulmaz, çocukluğumun biricik kitapçısıydı. Ayvalık’taki tek kitabevinin ve tek gazetenin sahibiydi. İzmir Kız Lisesi’nde okurken gazetesinde bana bir köşe ayırmıştı. O köşede, arada boyumdan büyük laflar ettiğim kısa denemeler, eleştiriler yazıyordum. Kitaplarım yayımlanmaya başladığında ısrarla mübadeleyi yazmamı önerdi. Ama bu konuda henüz cesaretim yoktu; üstelik ben onun kadar donanımlı değildim. O hem Yunanca biliyor ve Yunancadan çeviriler yapıyordu hem de Girit’ten gelen mübadillerle kendi dillerinde konuşup söyleşme olanağına sahipti. Zaten sonunda ısrardan vazgeçti; kendisi ardı ardına yazdı mübadele romanlarını. Çok da iyi yaptı. Onun açtığı alanda daha sonra pek çok roman ve öykü kitabı yayımlandı. Ben de romana zaman ve olanak bulamadım ama ‘İşte Gidiyorum’ adındaki göç öyküleri kitabımda birkaç öyküyle de olsa mübadeleyi anlattım.

Feyza Hepçilingirler (Fotoğraf: Kadir İncesu)

Girit’in Resmo kentinde başlayan bir aile hikayesini mübadele ile Ayvalık’a taşıyorsunuz romanda. Siz de Ayvalık doğumlusunuz, hatta ilk ve ortaokul yıllarınız Ayvalık’ta geçmiş. Kendi aile öykünüzle romanda anlatılanlar arasında bir bağ var mı?

Var tabii, olmaz mı? Romanım üç bölümden oluşuyor. İlk bölümü, yani ailenin Girit-Resmo’daki hayatını, çocukluğumdaki Ayvalık yaşantısından yola çıkarak ama tümüyle hayal ederek yazdım. Çünkü Girit’teki yaşamlarıyla ilgili hiç konuşmuyorlardı; sessizlik yemini etmişçesine suskundular. Orada nasıl yaşadıklarına ilişkin ağızlarından kaçırdıkları bilgi kırıntıları eşliğinde yaşadıklarını varsaydığım bir hayatı kurgulayarak anlattım. O bölümde gerçek olan, ailenin büyük oğlunun Eleni’ye olan aşkıdır.

Babamın büyük dayısı gerçekten de Eleni adlı bir Rum kızına aşık olmuş ve ayrılamamış Resmo’dan; aşkı seçerek Girit’te kalmış. İkinci bölümde gemiyle yapılan mübadele yolculuğu ana konuydu. Mübadillerin anlattıklarından, onların tanıklıklardan, bölük pörçük anılarından yararlandım. Önce Cunda’ya, sonra Ayvalık’a gelinen üçüncü bölüm ise artık bildiğim, yaşadığım bir hayattan yansıyanlar aracılığıyla yazıldı. Dolayısıyla o bölümde annemin ve babamın yakınlarının yaşadıkları, yani gerçek yaşam öyküleri, öteki iki bölümden çok daha fazladır.

İlk mübadiller için bahsettiğiniz suskunluk, sonraki kuşaklarda yoğun bir anlatma isteğine dönüşmüş. Siz de mübadil bir ailenin mensubu olarak bu sessizliğin ardından ortaya çıkan geçmişi deşme isteğini, merakını nasıl açıklıyorsunuz?

Onların susması bizi büsbütün meraklandırmış olmalı. Türkiye’den Yunanistan’a gönderilen Rumlar da çok çekmişler ama onların yaşadıkları Dido Sotiriyu’nun ‘Benden Selam Söyle Anadolu’ya’sından başlayarak çok anlatıldı. Bende geçmişi deşme isteği, “Ya bizimkiler?” düşüncesinden doğdu. Bizimkiler de yerlerinden yurtlarından edildiler; bilmedikleri toprakları anayurt, konuşamadıkları dili anadili olarak benimsemek durumunda kaldılar. “Onların yaşadıkları yeterince anlatılmadı” diye düşündüm. Gerçi Ahmet Yorulmaz’ın romanları yayımlandığında “Artık anlatıldı” deyip sakinleşmiş, kendime görev saydığım işi yapmaktan kurtulduğumu düşünüp rahat bir soluk almıştım. Ama kısa süre sonra benim yazacaklarımın farklı olacağını düşünüp yine hareketlendim. Derken ‘Kritimu – Girit’im Benim’ yayımlandı. Çok güzeldi Sabâ Altınsay’ın romanı. “Benim yazmama gerek kalmadı” diye düşündüm o zaman da. Yine gevşedim. Ancak bir süre sonra yazma isteği yine depreşince “Kaçış yok” dedim kendi kendime. Yıllardır topladığım onca bilgiyi, belgeyi ölmeden önce değerlendirme isteği kadar, aileme karşı borcummuş gibi gördüğüm bir görevi yerine getirme isteği bir kez daha harekete geçti çünkü. Bütün projelerimi geriye itip son iki yılımı bu romana ayırdım ve sonunda borcumu ödemeyi başardım.

‘ROMAN KİŞİLERİMİN İÇLERİNE SIZARAK ONLARI ÇÖZMEYE VE CANLANDIRMAYA UĞRAŞTIM’

Romanınızı bugüne dek yazılmış olan mübadele anlatılarından farklı kılan bir yönü var; bu da sanırım kadın, erkek, yaşlı ve çocuk olarak bu trajediyi yaşamış bireylerin gözünden mübadele olgusuna bakabilen bir dil ve hikaye örgüsü kurgulamış olmanızdan kaynaklanıyor. Bu bağlamda roman karakterlerinden en çok hangisiyle özdeşlik kurdunuz?

Aslında teker teker hepsiyle özdeşlik kurmaya çalıştım. İnsan, anlatabilmek için önce anlamak zorunda zaten. Hangi ortamda, neleri, nasıl yaşadıklarını, onları yaşarken neler hissettiklerini anlayabilmek için tiyatro oyuncularının canlandırdıkları karakterle özdeşlik kurmaları gibi, ben de kendimi onların yerine geçirerek, onlar gibi hissetmeye, onlar gibi düşünmeye gayret ettim. İnsanları anlamak sanıldığı kadar zor değildir zaten. Tek kişide insanlığın bütün halleri vardır. Yeter ki aramak, bulmak için çaba gösterilsin. İstenirse bir katille de özdeşlik kurulabilir, bir maktulle de. Çünkü içimizde o da vardır, öteki de. Ben de roman kişilerimi önce kafamda canlandırmaya, sonra da içlerine sızarak onları çözmeye ve canlandırmaya uğraştım.

“Onları çözmeye ve canlandırmaya çalıştım” derken aslında okura çok zengin bir kültürel geçmişi de canlandırma imkanı sunuyorsunuz romanda. Giritli Müslüman Türklerin yeme içme kültüründen, günlük yaşam alışkanlıklarına, Girit kültüründe önemli yeri olan manilerden, Giritçe adı verilen özel dile adada yaşayan toplumun sosyokültürel yapısına dair pek çok alt bilgi romanın satırlarına sızıyor. Girit ile ilişkinizi anlatır mısınız biraz?

Girit kültürüne ilişkin kendi yaşamımdan taşıdığım çok bilgi var. Yalnız babam ve babaannemden gelen bir yakınlık değil benimki. Şimdi düşünüyorum da bildiğim yemeklerin çoğunu kendisinden öğrendiğim üvey annem İsmet Hanım, Giritli bir ailenin kızıydı. İzmir’de Ege Koleji’nde okuduğum yıl, onun ağabeyleri ve hiç Türkçe bilmeyen annesinin yanında kaldım. Sonra eşim, on altı yıl birlikte yaşadığım kayınvalidem… Hepsi Giritliydi. Yemekler, “madinada” dedikleri maniler onlardan kaldı bana. Günlük yaşam içinde denk düştüğünde uygun bir mani ile durumu özetlemek yaşam alışkanlıklarındandı. Belleklerinde yüzlerce mani ile yaşayan o kişilerden hayatta olan yalnızca bir iki kişi kaldı ama çocukluğumdan beri duyduğum manilerin tek tek sözcükleri değilse de ezgileri hâlâ kulaklarımda.

Ayrıca romanı yayınevine teslim etmeden önce Girit’e gidip anlattıklarımın sağlamasını yapma olanağı da buldum. Örneğin hâlâ madinadalarla konuştuklarını, dillerine Yunanca değil Giritçe dediklerini kendilerinden öğrendim.

Zesto Psomi – Sıcak Ekmek, Feyza Hepçilingirler, 400 syf., Kırmızı Kedi Yayınları, 2023.

Girit kültürü demişken, 17. yüzyılın başlarında yazıldığı tahmin edilen ‘Erotokritos’ destanından sıklıkla söz ediliyor romanınızda. Nedir bu destanı bu kadar özel yapan ve genç kuşak mübadiller arasında hala popüler mi?

‘Erotokritos’, Kornaros adlı bir şairin manzum destanı. Giritlilerin pek çoğunun ezbere okuduğu on bini aşkın beyitten oluşuyor. Getirebilecekleri sayılı eşyanın arasına bu kitabı da sıkıştırıp Girit’ten Ayvalık’a kadar getirdiklerine göre çok önemliymiş yaşamlarında. Örneğin babaannemin yanında getirdiği kitap, onun ölümünden sonra bana geçti. Ben de özenle koruyorum hâlâ. Onlar için bu kadar önemli olması, Girit edebiyatının bu en ünlü yapıtını biliyor ve ezberleyecek kadar seviyor olmaları, Giritli Türklerin edebiyata ilgisini göstermesi bakımından olduğu kadar, aralarında ortak bir kültür tabanı oluşturduğunu kanıtlaması bakımında da ilginç. Hepsinin ortak belleğinde yer alıyordu ‘Erotokritos’ ve sırası geldiğinde oradan bir beyit söyleyiveriyor, demek istediklerini daha net anlatabiliyorlardı. Ayrıca tıpkı romanda Gülfidan’ın yaptığı gibi, kendileriyle destanın kahramanları arasında koşutluk ilişkisi kurduklarını da biliyorum. Ama ölen her mübadille birlikte destanı bilenler azaldı. Genç kuşak mübadiller arasında bilen kalmadı. Hatta şu anda Girit’te yaşayan gençler arasında da artık pek popüler değil. Onlar da anne babalarının değil, büyükanne ve büyükbabalarının ezbere bildiği bir destan olarak anımsıyorlar ‘Erotokritos’u.

Mübadiller Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğindeki hükümetin kararıyla asırlardır yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda kalmış olsalar da onun adını yeni doğan bebeklere vererek ana vatanlarına bağlılık ve sevgilerini göstermeyi sürdürmüş. Romanınızda bunun örnekleri var. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu bağlılığı?

Yunan harfli ‘Erotokritos’u okuyabiliyor ama Hanya’da basılan İstikbal gazetesi ellerine ulaşsa bile Osmanlı’nın dilini bilmedikleri gibi alfabesini de bilmedikleri için okuyamıyorlardı. Dolayısıyla Anadolu’da süren Kurtuluş Savaşı’nı doğrudan takip etme şansları yoktu. Ama kendi uygarlıklarını Yunan’dan ayrı, hatta üstün gören Girit uygarlığının içine doğmuşlar, bu uygarlığın içinde büyümüşlerdi. Ülkenin yönünü doğudan batıya çevirme azmindeki Mustafa Kemal’in ne yapmaya çalıştığını anlıyor ve ona bütün varlıklarıyla destek oluyorlardı. Ben de adı Mustafa Kemal olan bir babanın çocuğuyum. Babam, adını taşıdığı Mustafa Kemal’in ilkelerine sonuna kadar bağlıydı. Bunun en büyük kanıtı yaşıtlarım arasında pek çok kız çocuğu ortaokuldan, hatta ilkokuldan sonra okulu terk ederken benim okuma isteğimi sonuna kadar desteklemiş olması, hep arkamda durmasıdır bence.

Bir söyleşinizde, önceki kitaplarınızda aşkı anlatmak konusunda daha çekingen davranırken ‘Zesto Psomi’de bu çekingenliği attığınızı belirtmişsiniz. Aşkı bu romanda ön planda tutan ne oldu, tüm trajedilere rağmen insanın hayatta kalma içgüdüsü mü?

Ne güzel dediniz: İnsanın hayatta kalma içgüdüsü… Bir bilinmezliğe doğru önlenemez biçimde yuvarlandığınızı gördüğünüz anda sarılacak, tutunacak bir dal ararsınız ya, onun gibi bir şey. Önceki iki romanımdan ‘Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar?’, sürgün ve aile ağırlıklı bir 12 Eylül romanıydı. Aşk pek yapıştırma kalırdı o romanda. O yüzden yeterince yer almadı. ‘Tanrıkadın’ ise yaşamını insanlığın kurtuluşuna adamış, bireysel bir hafiflik olarak gördüğü aşktan kaçan Ayşe’nin romanıydı. Onun uzak durmaya çalıştığı adamla, o adamın yakınındaki öteki iki kadının yaşadıkları ise aşktan farklı duygularla daha çok bağlantılıydı. Aşk kaçınılan, hatta yargılanan bir kavramdı o romanda.

Bu romanda ise aşk çaresiz durumdaki insanların sarıldıkları, onları ayakta ve diri tutacak bir kavram oldu. İnsanların kelle hesabıyla bir ülkeden başka bir ülkeye savrulmaları sırasında her birinin birer birey olduklarını haykırışlarının yerine geçti; hayata tutunmak için çırpınışlarının işareti oldu. Acıları, yasları, sevinçleri, aşkları olan bireylerdi her biri; rakamdan ibaret değillerdi. Bunu ancak aşkları aracılığıyla duyurabilirdim, ben de öyle yaptım.

‘AYVALIK’I ‘RAKI BALIK’A İNDİRGEMEK HAKARET’

Uzun yıllardır Ayvalık’tasınız. Ayvalık hem Midilli hem Girit hem de Balkan coğrafyasından göçlerle harmanlanmış bir mübadil kenti. Bugünkü Ayvalık sizce kültürel mirasının korunması ve yaşatılması anlamında ne durumda?

Kültürel mirası yaşatmanın sorumluluğunu ne yerel yöneticiler üstlenmiş durumda ne de devlet bu zenginliğin farkında. Ayvalık’ın bir tatil beldesi, emeklilikte yerleşilecek bir tatil kasabası olarak görülmesi, daha doğrusu bunlardan ibaret sanılması dünyanın çok değerli bir bitkisinin sıradan bir ot sayılması gibi geliyor bana. Tarihini, kültürel geçmişini yaşama şansları olduğunun farkına bile varmadan Ayvalık’tan gelip geçenlere hem acıyor hem de kızıyorum. Ayvalık’ın daracık sokaklarına girmeden, harika kapılarına bakmadan, güzelim taş evlerini görmeden tatilini bitirip dönenlere tanık olmak içimi acıtıyor. İlk öykülerimden başlayarak buna itiraz ettim. Deniz, kum ve güneşten ibaret değildir Ayvalık; hele “rakı, balık, Ayvalık” hiç değildir. Böyle olduğunu düşünmek apaçık hakarettir Ayvalık’a. Geçmişe gidildikçe kültürel zenginliği göz kamaştıran, günümüze yaklaştıkça zavallı bir yoksulluğa düşmekte olan bir kent Ayvalık. Bugünkü durumu tam olarak bu!

2023’de mübadelenin 100’üncü yıldönümü geride kalırken bu konu Türkiye tarafında yeterince irdelenebildi mi?

Türk roman ve öyküsünde, özellikle 1990’lı yıllardan sonra çokça işlendiği halde Türk ve Rum, bir buçuk milyondan fazla kişinin hayatını doğrudan etkileyen bu olaya tarih kitaplarımızda yer verilmediğini düşünürsek yeterince irdelendiğini söylemek zor. Daha yapılacak çok araştırma, yazılacak çok kitap var.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir